Osmanlı Devleti’nin modernleşme çabalarını 18. yüzyıla kadar götürmek mümkündür. İlkin toprak kayıpları neticesinde askeri alanda zaruri olarak başlayan modernleşme daha sonra toplumsal ve siyasi alana da sıçramıştır. Bu durumu, Osmanlı pragmatizmi içinde düşünmek gerekir. Başlangıçtan itibaren Batılılaşma ile eş düşünülen modernleşme1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile toplum hayatının tüm noktalarını kapsar bir hâlalmaya başlar. Bunun da ötesinde bu tarihten sonra, günümüze kadar devletin ideali resmen Batılılaşma olur. Kuşkusuz Tanzimat dönemi batılılaşma olgusunun en güçlü hissedildiği dönemlerden biridir. Toplumsal ve siyasi alandaki hızlı yenileşme hareketleri etkisini doğal olarak edebi alanda da hissettirir. Özellikle Avrupa ülkelerine eğitim için giden öğrencilerin Batı edebiyatları ve yeni edebi türlerle tanışması; yeni türlerle Coğrafi Keşifler, Aydınlanma Çağı, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali sonrası farklılaşan yeniDünyanın daha iyi anlatılabildiğini keşfetmeleri, Türk edebiyatının da yönünü Batıya çevirmesine yol açmıştır. Şinasi’nin 1858’de Fransız şiirinin önemli temsilcilerinden yaptığı şiir tercümelerini Terceme-i Manzume adıyla bastırması onun Türk şiirini yenileştirme çabasının bir göstergesidir. 1860’ta ilk özel Türk gazetesi Tercüman-ı Ahvâl’i Agâh Efendi ile birlikte çıkarması ve burada Şair Evlenmesi adlı bir tiyatro oyununu tefrika etmesi Yeni Türk Edebiyatı’nın miladı olarak kabul edilir. Şinasi’den sonra Tanzimat döneminde tiyatro, roman gibi yeni türlerin edebi hayatımıza girmesinden daha önemli bir şey, tematik sınırların yavaş yavaş ortadan kalkması ve edebiyat konularının gittikçe nesnelleşmesidir. Medeniyet, hürriyet, eşitlik gibi temalar öne çıkmaya başlamıştır. Tanzimat Döneminin bahsettiğimiz hareketli ortamına karşın onu takip eden yıllarda yine Tanzimat edebiyatı gibi tamamen siyasi yapı (II.Abdülhamit İstibdadı) etkisiyle şekillenen Edebiyat-ı Cedide ise siyasi olaylara karşı daha pasif kalmayı yeğlemiştir. Tanzimat döneminin Namık Kemal gibi üst perdeden seslenen sanatçılarının yerini bu dönemde içe kapalı, melankolik psikolojili sanatçılar almıştır. Bu bir taraftan yazar ve şairlerin sanata ağırlık vermesini sağlamış ve önceki döneme oranla daha estetik ürünlerin ortaya çıkmasına yaramıştır. Tanzimat’la başlayan edebiyat alanındaki Batılılaşma süreci Recaizade Ekrem ve dönemin en etkili dergisi olan Servet-i Fün.n çevresinde toplanan Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Halit Ziya ve Mehmet Rauf gibi şair ve yazarlar elinde çok daha öteye taşınmıştır. Fransız edebiyatının her anlamda etkisinin hissedildiği Edebiyatı Cedide ürünleri geleneksel değerleri önceleyen Ahmet Mithat, Naci gibi isimler tarafından şiddetle eleştirilmiştir.

            “II. Meşrutiyet Dönemi” dediğimiz zaman dilimi, Osmanlı Devletinin yıkılış sürecidir.II. Meşrutiyet, bir “kansız ihtilal” ile 23 Temmuz 1908’de başlar, Cumhuriyet’in ilanına kadar devam eder. İşte bu yıkılış dönemi öylesine hareketli, kültürel ve siyasî çalışmalarla öylesine dopdoludur ki âdeta bir şahlanış görüntüsü de verir. Bu zaman dilimi, OsmanlıDevleti için çöküş ama aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti için bir doğuş sürecidir. Durumu özetleyecek bir benzetmeyle, çürüyüp toprağa karışan bir tohumun yeni bir hayat bulması, zümrüdüankanın küllerinden yeniden doğmasıdır. Aydınların önemli bir kısmı, devletin yıkılışa gittiğini görerek bunu önleme gayretine girmişler, bazı reçeteler sunmuşlardır. Söz konusu görüşlerin çare olup olmaması apayrı bir meseledir. Ama bu fikir çilelerinin hepsi, farklı bir ihtiyaca dikkat çektiği, bir diğerini tamamladığı için diğerleri kadar önemlidir. Türklerin toplumsal hayatını baştanbaşa etkileyen iki önemli olgu sorulsa, bunlardan biri din değiştirme (İslâmiyet’e geçiş), diğeri ise II. Meşrutiyet’tir. II. Meşrutiyet döneminin daha önceki tarihî dönemlerin tamamından en önemli farkı, “örgütlü toplum” hayatına geçilmesidir. Örgütlü toplum özelliğinden dolayı, siyasîgörüşler partileşme, edebî kanaatler dernekleşme yoluyla verilmeye çalışılmıştır. Şüphesizher dönemde olduğu gibi II. Meşrutiyet döneminde de bu araçları kullanmayan veyakullanma fırsatı bulamayanlar vardır. Fakat genel eğilim, örgütlenmedir. Dönemin edebî manzarası iki öbek halindedir. Bunlardan birini Fecr-i Âtî, diğerini Millî Edebiyat hareketi temsil eder. Fecr-i Âtî -nizamnamesi henüz ortaya çıkarılamasa da bir dernek olarak kurulmuştur. Millî edebiyat hareketi pek çok derneğin destek verdiği bir “diriliş hamlesi” olarak görülmüştür. Her iki görüşün güç birliği sayesinde, millî kimliğe uygun, çağdaş estetik anlayışlarla beslenen yepyeni bir edebiyat iddiası ile kurulan Nesl-i Âtî Cemiyet-i Edebiyesi ve sanatta millîliği birtakım ölçülere bağlamak niyetiyle kurulan Şairler Derneği de (adlarından bile anlaşılacağı üzere) birer dernektir. Dönemin ruhu, ancak dönemin toplumsal şartlarına eğilmekle yakalanabilir

            Fecr-i Âtî, II. Meşrutiyet’in her şeyi siyasal renge boyayan şartlarına karşı, sanat adınabir meydan okumadır. Fecr-i Âtî, sanatın gayesini yine sanat yapmakta görmüştür. Sanatın“toplumsal fayda” özelliğine dikkat çekenlere cevabı şudur: Sanatı toplumsal faydanın aracı yapmak yersizdir. Çünkü “sanat, bizatihi içtimaîdir (zaten/kendiliğinden toplumsaldır)”.En büyük faydası da ruhlarda güzellik heyecanı yaratmasıdır. Sanatın istiklâlini herşeyin üstünde görmesine rağmen Fecr-i Âtî uzun ömürlü olamadı. Devin siyasî şartları, sanatın kendisi için konuşan sesini kıstı. 1909’da kurulan Fecr-i Âtî’nin kesin bir dağılıştarihi bulunmamakla birlikte I. Dünya Savaşı arifesinde onun varlığından artık bahsedilemez. Millî Edebiyat hareketi, bir “yok oluş” karşısında, yenilenerek “var oluş” mücadelesinin edebiyat alanındaki görünüşüdür. Şüphesiz dikkat noktası halis sanat olmadığı için toplumsal fayda ilkesini daha öne çıkarmıştır. Edebiyat, toplum hayatı için bir araç olarak görülmüştür. Devrin şartları Fecr-i Âtî için ne kadar hasis ise Millî Edebiyat hareketi için o kadar cömerttir.

             Ziya Gökalp’in meşhur benzetmesiyle, milletlerin hayatında iki dönem vardır. Şiir devri, şuur devri… Şuur başlayınca şiir susar. II. Meşrutiyet döneminin edebî manzarası bu vecizeye çok uygundur. Fecr-i Âtî, “safşiir” istemiştir. Ama Batı’da çoktan tamamlanan milletleşme süreci yani şuur dönemi artık bizde de başlamıştır. Dolayısıyla şiir susmuş, şuur, akıl konuşmaya başlamıştır. “Şuurlaşma” devresi Cumhuriyet’e kadar sürmüş, Cumhuriyet’in ilânından sonra farklı bir renk tonuyla Atatürk’ün şahsiyetiyle dolu yıllarda “Memleket Edebiyatı” olarak devam etmiştir.